Tarihin
bilinen en eski kavimlerinden olan ecdadımız bugüne kadar 3 kıt’a üzerinde
120’ye yakın devlet kurmuşlardır. Bilindiği gibi bizler Cenâb-ı Hakk’ın
kainatta yarattığı çeşitli kavimlerden sadece bir tanesiyiz. Yani Türk
milletinin birer fertleriyiz.
Türk deyip geçmeyiniz. Türk yabancı
araştırıcıların ifadesi ile “Dünyanın efendisi” olan insandır. Türk kendine ait
hasletleri ile her yere "adalet" götüren ve buna paralel olarak
"dünyada ilk kanun koyucu" millet olmak şerefini kazanan topluluktur.
Türk “Millet sevgisi, Allah korkusu ve Doğruluk” ilkeleri ile tanınan insandır.
Türk gittiği her yerde “yabancılar tarafından sevinçle karşılanan” insandır.
Türkler’in devlet kuruculuğu ile
yakından ilgilenenlerden O. Menghin’e göre, “Ural-Altay kavimlerinin iki sahada
cihan tarihi bakımından kesin şekilde önemli rolleri olmuştur: 1- İktisadi
alanda hayvan yetiştirmeyi geliştirme, 2- İçtimai alanda ise, olağanüstü devlet
kurma kaabiliyeti”. W. Eberhard’a göre “Tarih malzemesi gözden geçirilecek
olursa Türklerin bilhassa kaabiliyet gösterdikleri şeylerden birinin şu olduğu
görülür; çok çeşitli ve medeniyetçe yüksek devletleri siyasi yönden kurmak ve
teşkilatlandırmak.” Hun tarihçisi B.Szasz da Türkler’in “umumiyetle seçkin atlı
kavimler gibi, devlet kurucu ve fatih” olduklarını söylemiştir. Ziya Gökalp’e
göre de “Türkler’in bütün harpleri daimi ve geniş bir sulh dairesi tesis etmek
maksadıyladır.” Türk hukuk tarihçisi S.M. Arsal’ a göre, "Türkler kanun
seven, hukuk yaratan bir millettir. Hukuk yaratıcı bir millet olmaları, devlet
kurucu millet olmalarının bir neticesidir, çünkü hukuk devletle doğar.”F.
Köprülü’ye göre de “Türkler ilk zamandan teşkilatçılıkla ve devlet kuruculuğu”
ile tanınmışlardır. O.M. Babaoğlu’na göre, “Türkler, millet hakimiyeti,
laiklik, demokrasi esaslarını birçok milletlerden önce tanımışlar ve
devletlerini uzun yıllar bu esaslar üzerine kurmuşlardır.” L. Ligeti’ye göre
“Hunlar azametli imparatorluğu silah gücü ile temin etmişlerse de bu muazzam
sahayı Asya kavimleri arasında ilk defa ispat ettikleri, kendilerine has devlet
kurma kaabiliyetiyle ellerinde tutmağa muvaffak olmuşlardır.” A. Caferoğlu’na
göre, “Türkler’de devlet kuruculuğunun özel bir hususiyeti, devlet kuruluşu ve
devlet anlayışı meselesidir.” O. Turan’a göre, “İslam'dan önce Türkistan, İslam
devrinde de Yakın-Şark ve Türkiye merkez olmak üzere Çin, Hindistan,
Afganistan, Horasan, Şarkı ve Orta Avrupa, Balkanlar, İran, Azerbaycan,
Kafkasya, Anadolu, Rumeli, Irak, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika Türkler’in
başlıca istila, göç ve hakimiyet sahaları olmuştu. Türkler bu ülkelerde birçok
devlet ve imparatorluklar kurmuşlar; muvakkat yurtlar ve devamlı
imparatorluklara sahip olmuşlardır.” M.A. Köymen’e göre, “Gerek kurdukları
devletlerin sayısı, gerekse rol oynadıkları coğrafi sahaların genişliği
cihetinden Türkler ile mukayese edilebilecek kadar bir kavim, tarihte
gösterilemez.” B. Ögel’e göre, “Türkler, tarih boyunca birçok devlet
kurmuşlardır. Ancak kavmi gelenekler ile düşünceler, her kurulan yeni devlette
kaybolmamış ve kendini yeniden göstermiştir… …Türk tarihi, Türk kavimleriyle,
Türk milletinin bir hayat hikayesidir. Devletler yıkılıp yeniden kurulabilir.
Ancak kalıcı olan, Türk milleti ile Türk kavimleri ve onların zihinlerindeki
düşüncesidir.”
İdare etme hakkı Allah tarafından
verilen eski Türk hükümdarlarının, ülke ve milletini koruyup, huzura
kavuşturması için yerine getirmesi zaruri vazifeleri yanında, bir takım üstün
vasıflara da sahip olması gerekmektedir. Aşağıda açıklanan bu vazife ve
vasıflar, ülke bütünlüğünün korunmasına, töre hükümlerine göre adaletle
hükmedebilmesine, halkı koruyup fakirliği kaldırmasına vb. yardımcı olmaktadır.
Bu vasıflara sahip olmadıklarından vazifelerini yapamayan devlet başkanları
iktidardan uzaklaştırıldıkları gibi, sıradan bir kişi olarak da unutulup
gitmişlerdir.
Umumiyetle temsil ettiği milletin
sevgisini kazanabilmek için hükümdarın bilgili, güçlü, tecrübeli, uyanık ve
doğru bir insan olması gerekir. İdare ettiği topluluğun arzusu doğrultusunda
yapılan icrâat, o topluluğun hükümdarına olan güvenini artırır. Türkler’de
millet, yapılan her olumlu işin veya atılan her yanlış adımın sonuçlarını
hükümdara bağlamaktadır. Bu itibarla idare başındaki şahısların kudretli bir
hale gelebilmesi, aşağıda gösterilen vasıflara haiz olmasına ve bunlardan
faydalanmasına bağlıdır. Nitekim II. asırda Kutadgu Bilig ünlü kitabını yazan
Yusuf Has Hâcib, her zaman saygı duyulan bir hükümdar olarak kalmanın temelini
şu dört maddede açıklar:
Doğru sözlü
olmak,
Memlekette
kanunu tatbik etmek,
Eli açık ve
cömert olmak, halka karşı şefkat göstermek,
Düşmana
boyun eğdirmek ve memleket işlerini yapmak için azimkâr ve cesur olmak.
Adaletin en
yüce hakemi durumunda olan hükümdarların devleti ve milleti ayakta
tutabilmesinin diğer bir şartı da, etrafında bulunan yardımcılarının
kaabiliyetli, tecrübeli, töre ve usule vakıf olmalarıdır. Ancak bu şekilde
başarı şansı artar. Bu hususlarda Yusuf Has Hacib eserinde hükümdara “kötü
yardımcı veya müşavir hükümdarı da kötülüğe sevk eder : kötülük yapanlara da
uymamalıdır”; bunlara karşı “ihtiyatlı ve uyanık” durmak gerekir demektedir.
Hükümdar vazifelerini yerine getirmeyip “gaflete düştüğü” takdirde de “Tanrının
kendisinden hesap soracağını” bilmelidir.
Hükümdarlığı
"içi inci dolu bir deniz"e ve “içinde altın ve gümüş madenleri
bulunan bir dağ”a benzetildiği eserin "bilen için bir bilgi denizi"
olarak takdim edildiği Kutadgu Bilig’de bir memleketi idare edenlere nelerin
lâzım geldiği ana hatlarıyla özetlendikten sonra, "Yine bil ki, bu kitap
herkese yarar, fakat memleketi idare için hükümdarlara daha çok faydalı olur”
denilmek suretiyle dikkat bu nokta üzerine çekilmektedir. Yine eser önsözünde
belirtildiği gibi;
Adalet,
doğruluk,
Devlet,
Akıl,
Kanaat,
olmak üzere
dört temel üzerine oturtulmuş, “hükümdarların memleketi tanzim ve idare etmek,
halkı düzene sokmak, dünyayı ve ülkeyi kötülerden temizlemek için nasbedildikleri”
belirtilmiştir.
Türk Cihan
hakimiyeti düşüncesinin gereği olarak “Güneşin doğduğu yerden battığı yere
kadar” insanları törenin himayesine almak vazifesi ile “Dünyayı yönetme ülküsü”
gayesini tanrı’dan aldığına inanan Türk hükümdarlarının; bu görevi yerine
getirdiğinde “Uzak-doğudan Batı denizinin ucuna kadar” bütün memleketleri
kendisine ihsan eden Cenab-ı Hakk’a her zaman şükreden Türk hükümdarlarının;
fetihleri, icrâatı, adâleti, din ve mezhep farkı gözetmeksizin bütün insanlara
aynı şefkatle muamele eden Türk hükümdarlarının; millet yolunda "Gece
uyumadan, gündüz oturmadan" çalışan Türk hükümdarlarının; tarihte Türk
topluluklarının hemen herşeyini meselâ doymasını, giyinmesini, çoğalmasını ve
huzurunu sağlayan Türk hükümdarlarının; diğer topluluklarının imparatorlukları
gibi “ağzından çıkan sözlerin kanun olmadığı”, aksine milleti temsil eden
Meclis kararına saygı gösteren Türk hükümdarlarının; Türk siyâsi düşüncesi
kabul edilen "devlet, halk içindir" prensibine dayanarak "hizmet
etmekle kul, Bey olur" düşüncesiyle sembolleşen Türk hükümdarlarının;
vazifelerini yerine getirmeyip “gaflete düştüğü” takdirde de “Tanrının
kendisinden hesap soracağının” şuuru içerisinde hareket eden Türk devlet
adamlarının vasıflarını, kendi kaynaklarımıza dayanarak şu başlıklarda toplamak
mümkündür:
Bilge
olmalı,
Akıllı ve
bilgili olmalı,
Cesaretli,
kuvvetli ve kahraman olmalı,
Dürüst
olmalı, doğruluktan ayrılmamalı,
Fazilet
sahibi olmalı,
Sözünde
durmalı ve verdiği sözden dönmemeli,
Hasis
olmamalı, eli açık olmalı, yumuşak huylu, alçak gönüllü, himmet ve hayâ sahibi
olmalı,
İhtiyatlı,
uyanık olmalı, ihmalkâr olmamalıdır,
Aceleci
değil, sabırlı olmalı,
Zalim
olmamalı,
Merhametli,
şefkatli ve dili yumuşak olmalı,
Yalancı,
mağrur ve kibirli olmamalı,
Siyasette
mâhir olmalı,
Takvâ sahibi
olmalı,
Gönlü temiz,
tok gözlü, anlayışlı ve misafirperver olmalı,
Nefsine
hâkim olmalı, harama el uzatmamalı, kumar oynamamalı, fesattan uzak durmalı,
kin gütmemeli, varlığının fâni olduğunu unutmamalıdır,
Tanrı’ya
kulluk ederek, ibadet etmelidir.
Türk devlet adamlarının
vazifesine gelince:
Barış ve
sükûnu sağlamak ve bunu yalnız Türk ülkesi ölçüsünde değil, dünya çapında gerçekleştirmek,
Milleti
için, gündüz oturmadan, gece uyumadan hizmet etmeli ve vatanı müdafaa
etmelidir,
Memleketi
tanzim ve idare etmeli, halkı düzene sokmalıdır,
İyi kanunlar
yapmalı, adaletle tatbik etmeli ve halkı korumalıdır,
Dağınık
boyları toplayıp, nüfusu çoğaltmalıdır,
Halkı çıplak
ise giydirmeli, aç ise doyurmalıdır,
Kuldan fakir
adını kaldırmalıdır,
Devlet
idaresine sadık, seçkin, hakim idare adamlarına görev verilmelidir,
Alimleri
himaye etmelidir,
Kötüleri
cezalandırmalı, iyileri korumalıdır.
Tekrar
edelim ki, Türkler’de hükümdarlıkta esas olan millete hizmet idi. Nitekim
Kutadgu Bilig’de, Yusuf Has Hâcib halkın hükümdarlardan istediklerini şu
şekilde sıralar:
Teb’anın
senin üzerinde üç hakkı vardır; bu hakları öde ve onları zorluğa düşürme;
Memleketinde
gümüş temiz kalsın, onun ayarını koru (para ayarının korunması, iktisadi
istikrar),
Halkı âdil
kanunlar ile idare et; birinin diğerine tahakküme kalkışmasına meydan verme,
onları koru (âdil Kanun),
Bütün
yolları emin tut; yol kesici ve haydutların hepsini ortadan kaldır (asayiş),
Böylece
teb’a hakkını ödedikten sonra, sen de onlardan kendi hakkını isteyebilirsin.
Teb’a
üzerinde senin üç hakkın vardır; bunu onlardan istemelisin:
Halk senin
emirlerine hürmet etmeli ve bu emir ne olursa olsun, onu derhal yerine
getirmelidir,
Halk hazine
hakkını gözetmeli ve bunu vaktinde ödemelidir,
Halk senin
dostuna dost ve düşmanına düşman olmalıdır.
Böylece sen
onlara karşı vazifeni yapmış olursun, onlar da senin hakkını ödemiş olurlar.
Görülüyor
ki, “devlet adamı vasfını taşımanın” hiç de kolay olmadığı anlaşılmaktadır. Bu
vasıflara bir de yapması mecburi olan "vazifeleri" de ekleyince,
hadisenin zorluğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Türk devlet
adamlarını en çok korkutan hususun "vazifelerini yerine getirmediği”
takdirde “Allah’ın kendisinden bunun hesabını soracağı” olduğunu da bir defa
daha hatırlatalım.
Şu hususu
samimiyetle ifade edelim ki, yukarıda belirtmeye çalıştığımız hususlar dikkate
alındığında görülecektir ki, Cumhuriyet tarihimizde iki büyük devlet adamı
yetişmiştir. Biri Atatürk, diğeri de Alparslan Türkeş’tir. Her ikisi de mensup
olduğu "Türk Milleti" aşığı idiler. Her ikisi de, gerçekten
"Türk Milliyetçisi" olmakla iftihar eden ve de haykıran insanlardı.
Ortak noktaları "Ne mutlu Türküm diyene" parolasında yatmakta idi.
Rahmetli A.
Türkeş’in “devlet adamlığı” vasfının değerlendirmesine gelince:
Gerçekten
"Bilge" bir kişi idi. "Siyaset ve idarede hakim" tabirinin
karşılığı olan bilgeliği ile hayran olduğu bu milletin tarihini çok iyi
bilmekte idi. Hemen ifade edelim ki, başarılı olamayan devlet adamlarının en
büyük kusuru "tarih bilmemekte" görülmektedir. İşte, bu hususu çok
iyi benimsemiş olan rahmetli A.Türkeş’in, diğer devlet adamı geçinen
insanlardan en büyük farkı, burada kendini hissettirmektedir. Rahmetlinin
tarihi çok iyi bilmesi, kendisinde “tarih şuurunun” uyanmasına vesile olmuş ve
bu “şuuru” hayatı boyunca benliğinde muhafaza ederek, nesillere aktarmasını
bilmiştir.
Rahmetli,
akıllı ve bilgili bir insandı. Bu vasıflarını milletinin ve devletinin bekası
yolunda "gece uyumadan, gündüz oturmadan" kullanmış, yerine göre
öğütler vererek, eserler yazarak ülke üzerinde oynanan oyunları gözler önüne
sermiştir.
A.Türkeş
"cesaretli" bir şahsiyet idi de. Bu vasfını teyid eden iki önemli
husus şudur. Birincisi 1944 yılında devrin Tek Parti yönetimine karşı verdiği
“Turancılık” davasıdır. İkincisi ise, 1968 olaylarından sonra, güya devlet
adamı geçinen ve evinden çıkmaya cesaret edemeyen insanların aksine, devletini
böldürtmemek ve bayrağımızı indirtmemek için yaptığı olağanüstü mücadeledir.
Rahmetli
“doğruluktan ayrılmayan” dürüst bir insandı. Yusuf Has Hâcib’in belirttiği gibi
“insanlık doğruluğun adıdır. İnsan nâdir değil, insanlık nâdirdir, insan az
değil, doğruluk azdır” düsturuna gönülden inanarak hareket eden müstesna bir
şahsiyet idi.
Başbuğ aynı
zamanda "Fazilet" sahibi idi. Bu meyanda “yumuşak huylu, alçak
gönüllü, himmet ve hayâ sahibi” olarak temayüz etmişti.
Türkeş
"sözünde duran" ve “verdiği sözden de dönmeyen” bir yapıya da sahipti.
Rahmetli’nin
“elinin açık olduğu” da bilinmektedir. Bu dünyada “hasise söğüldüğünü, cömertin
ise övüldüğünü” bilmekte idi.
A.Türkeş
devlet adamlığı vasıfları arasında olması gereken iki önemli vasfa da sahipti.
Biri “ihtiyatlı” diğeri de “uyanık” olma hususu. Bu bakımlardan devlet
adamlarının “ansızın bir iftiraya” uğramaması için “ihtiyatlı ve uyanık” olması
gerektiğini hiç aklından çıkarmamış idi.
Rahmetli
“sabırlı, merhametli, şefkatli, tatlı dilli, gönlü temiz, anlayışlı, tok gözlü”
idi. Bunun yanında "yalandan" hiç hoşlanmazdı. Ayrıca “mağrur ve kibirli”
olduğu da görülmemiştir.
Rahmetli
A.Türkeş’in en büyük vasıflarının başında "takvâ" sahibi olması
gelmektedir. Gerçekten “Allah korkusu” ile ömrünü tamamlamış idi. Takvâ sahibi
olma meziyetini hiç aklından çıkarmadığı için de “nefsine hakim olabilmiş,
harama el uzatmamış, kumar oynamamış, fesattan uzak durmuş, kin gütmemiş,
varlığının fani olduğunu unutmamış” ve en mühimi de "Allah’a kulluk
etme" şuuru ile hareket ederek “ibadet” etme vazifesini de ihmâl
etmemiştir.
A.Türkeş’in
“iktidara geldiği” takdirde yapmak istediği hususları yani
"vazifelerini" şöyle özetlemek mümkündür:
Unutulmamalıdır
ki, rahmetlinin hayâlini süsleyen en önemli husus Türk devletini yeniden eski
ihtişamına kavuşturmak idi. Dünyaya hükmetmiş ve yön vermiş bir milletin nesli
olarak bu duyguyu yüreğinde hissetmek en tabii hakkı olsa gerek. Bunun içindir
ki, bugünkü dünyada mevcut devletler camiasındaki mevkiimizi hiç bir zaman hazm
edememişti. Peygamber Efendimizin (S.A.V.) övdüğü Türk milletinin bir ferdi
olarak "vazifeleri" arasında “yalnız Türk ülkesinde değil, dünya
çapında, barış ve sükunu sağlamak ve gerçekleştirmek” emelinde idi.
İşte bunun
içindir ki, "gece-gündüz" demeden hizmet ederek, "memleketi
yeniden tanzim ve idare etmek, halkı yeniden düzene sokmak, iyi kanunlar
yaparak adaletle hükmetmek, halkı çıplak ise giydirmek, aç ise doyurmak, mal
dağıtmak, kuldan fakir adını kaldırmak, devlet idaresine sadık, seçkin idare
adamlarına görev vermek, âlimleri himâye etmek" düşüncesinde idi.
Rahmetli
A.Türkeş’in hayâlini kurduğu en önemli düşüncelerinden biri de, “dünyada
dağınık halde bulunan” Türkler’i, bugünkü coğrafyaya ilâveten Türkistan
sahasında da yaşayan bütün Türkler’i bir araya getirerek her Türk’ün özlemini
duyduğu “Türkeli Hakanlığı”nı yeniden tesis etmek idi.
Bütün
bunları düşünen ve yerine getirilmesi için hayatı boyunca örnek bir mücadele
sergilemiş, gerçekten Türk Milliyetçiliği davasının gönül erliğini yapmış
ikinci bir A.Türkeş’i bugün yaşayan nesiller görecek midir? Asıl üzerinde düşünülmesi
gereken nokta budur.
Allah’ın
rahmeti üzerinden hiç eksik olmasın.